Yunus Anıl Yılmaz
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.”
Cemal Süreya
Die Traumdeutung ancak bir sahafın rafında çoktan sararmış ve kabarmış yapraklarıyla üst raflara istiflenmiş kitaplar arasında bulunabilecek bir kitap ismiydi. Ta ki on dokuzuncu yüzyılın son günlerinde Viyanalı bir doktor yedi yüz sayfalık kitabına bu ismi verene kadar. Sigmund Freud, Türkçe’ye ‘Rüya Tabirleri’ diye çevrilebilecek kitabını yayınladığında Viyana Tıp Cemiyeti’yle verdiği bilimsellik kavgalarından sıkılmıştı. Hayatı boyunca magnum opusu olarak anacağı bu kitaba, ancak geleceği öngördüğünü iddia eden ucuz kitaplarda görülebilecek bir isim vermekten geri durmadı. 1897’de babasını kaybetmesinin verdiği hüzün, bilim çevreleriyle verdiği kavgaya son vermesine ve gözünü genç kuşakları ayartmaya dikmesine neden olmuştu. Freud, kitabın içeriğinde kendi bilimsellik anlayışından taviz vermese de kelli felli Viyanalı doktorları ikna etmekten el çektiği açıktı.
Freud’un teorileri bilimsel olsun ya da olmasın, kendisi azılı bir bilim savunucusuydu. Die Traumdeutung onun bilim cemiyetinden istifa mektubu değildi. Aksine, bir Yahudi’ye yakışacak sinik bir savunma mekanizmasıydı. 1938’de Naziler Yahudilerin Alman isimleri almalarını yasakladıklarında, Yahudiler de Almanlara Yahudi ismi almalarını yasakladıkları şakasını yapmışlardı. Kitaplarından ve anekdotlarından alışık olduğumuz üzere Freud sadece dalgasını geçiyordu. Babasının kaybıyla yaşadığı acı ve takip eden dönemde kendi üzerinde yaptığı analizler onu bu muzip kitap ismine yöneltmişti. İsmiyle spiritüel kitapları andıran eser, Freud’u bilimsellik kavgasından vazgeçirmemişti.

Sigmund Freud
Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes’ün ilk kitabını yayınladığında yirmi sekiz yaşındaydı. Genç doktorun edebiyata her zaman ilgisi olmuş fakat bir türlü çıkışını yakalayamamıştı. Ta ki en iyi bildiği şeyi yapana, yani onu büyüleyen şeyler üzerine yazana kadar.
Doyle maymun iştahlı bir adamdı. Hobileri saymakla bitmezdi. İsviçre’de kayak meşhur değilken orada kayak yapmış ve yazdığı bir denemeyle İsviçre’de kayağa ilginin başlamasına sebep olmuştu. Dünyanın ilk vücut geliştirme yarışmasının hakemlerinden birisiydi. Kongo’da II. Leopold önderliğinde gerçekleştirilen katliamlara ve insan hakları ihlallerine dikkat çekmek için bir kitap yazmıştı. Haksızca suçlanmış ve mahkûm edilmiş George Edalji’nin kapanmış davasını yeniden açtırmış ve Edalji’nin suçsuzluğunu kanıtlayarak neredeyse bir Dreyfus vakasının önüne geçmişti. Doyle maymun iştahlıydı ve basit şeylere bile tutkuyla bağlanmak gibi kötü bir huyu vardı.
Joseph Bell, döneminin pek çok tıp adamı gibi iyi gözlem ve teşhis yeteneğine sahipti. Belki bu konuda meslektaşlarından biraz daha keskindi. Onun çıkarım yetenekleri Doyle’u büyülemişti. Belki de büyülenmeye yer arayan Doyle, Bell’de kendi hayal gücünü cisimleştirmişti. En basit şeylerde bile fevkaladelik gören Doyle, Bell’den öylesine etkilenmişti ki onu bir süper kahramana çevirdi. Biz o süper kahramanı bugün Sherlock Holmes olarak tanıyoruz.
Rasyonalitenin en uç örneği olarak görülebilecek Sherlock Holmes karakteri aslında Doyle için bir lanetten başka bir şey değildi. Holmes ona şan ve şöhret getirmişti getirmesine ama onu esas yazmak istediği eserlerden alıkoyuyordu. Doyle yazmak istemedikçe yayıncılar yeni Sherlock Holmes öyküleri için servet ödüyorlardı. Oysa herkes Holmes’ü yanlış anlamıştı. Holmes bizim dünyamızdan değildi. Aklın hükümranlığının göstergesi olsun diye değil, rasyonaliteye doğa üstü bir çeşni eklesin diye yaratılmıştı.
Doyle gerçek bir spiritüeldi. Spiritüel olayların gerçekliğini kanıtlamaya ömrünü adamıştı. Kısa süreliğine dost olduğu Harry Houdini ise onun tam tersiydi.

1912 yılında piposuyla Arthur Conan Doyle. (Fotoğraf: E.O. Hoppe /Corbis)
Houdini annesini kaybettiğinde 39 yaşındaydı. Hayattaki en mutlu günü, Kraliçe Victoria için dikilmiş bir elbiseyi satın alıp annesine giydirdiği gündü. El çabukluğu numaralarıyla başlayan sihirbazlık kariyerini bir el çabukluğuyla dünya markası haline getirmişti. Modern entertainment dünyasının belki de ilk celebritysiydi.
Kaçış numaralarıyla ün salsa da ara sıra minik medyumluk numaraları da denemişti. Dönemin Amerika’sında envai çeşit hokkabaz, medyumluk iddiasıyla arkalarında büyük kitleler topluyordu. Birçok yerde spiritüalizm dernekleri kuruluyor ve medyumlar Batı dünyasında önemli bir yer tutuyordu. Kasaba kasaba gezerek gösteri yapanlardan Rus Sarayına girenine kadar her çeşit soytarıyı bulmak mümkündü.
Houdini annesini kaybedene kadar bu öte âlemin temsilcilerini ciddiye almamıştı. Annesini yitirmenin getirdiği kalp sızısı onu medyumların masalarına oturttu. Tek hayali, ruhlar âlemine geçmiş annesiyle bir kez daha konuşabilmekti. Ne var ki Houdini ne kadar hayalperest ve kırılgan olursa olsun ahmak değildi. Oyunun kurallarını yazanlardan biri olarak Houdini, ne zaman bir medyumun masasına otursa onların hilelerini fark ederek kalktı. Zira annesinin ölümünden önce kendisi de bu numaraları kullanmıştı.
Sevdiklerinden bir söz duyma umuduyla medyum masalarında sömürülen insanlara karşı bir sorumluluk hissetti. O tarihten sonra hayatını medyumların yalanlarını ifşa etmeye adadı. Döneminin en büyük sihirbazlık kütüphanelerinden birini kurdu ve tarih boyunca bilinen bütün doğaüstü fenomenleri çalışıp hepsinin hilelerini ifşa etti.
Scientific American dergisi 1920’lerde bir yarışma başlatmıştı. Pıtrak gibi Amerika’nın her yerinde biten spiritüalistleri ifşa etmek için beş bin dolarlık bir ödül açıkladılar. Doğaüstü yeteneklerini bilim insanlarının önünde sergileme cesareti olan spiritüalistlere açık çağrı yaptılar. Bilim cephesi farkında olmadan başından büyük bir işin altına girmişti. Zannediyorlardı ki rasyonel bir bilim insanı, akılcı olduğundan bu tür zırvalara kanmazdı. Aptal halk yığınları olmadıklarına inançları sonsuzdu. Hakikat elbette böyle değildi ve bilim insanları sihirbazlığa dair hiçbir şey bilmiyorlardı. Sihirbazlık çok incelikli bir zanaattı ve aklın değil, illüzyonun yollarını bilenler onu tanıyabilirlerdi.
Nihayet Mina Crandon adındaki meşhur bir medyum, bir grup bilim insanının gözünün önünde doğaüstü yeteneklerini sergilemiş ve hepsine zokayı yutturmuştu. Bir grup aciz rasyonel adamın aptal durumuna düşmesinin bir önemi yoktu. Kaybedilen beş bin doların da… Ancak Scientific American bir doğaüstü fenomenin gerçekliğini bilimsel olarak ilan etmek üzereydi. Doyle’un Sherlock Holmes’e söylettiği gibi:
“Mümkün olmayan seçenekleri elediğinde geriye kalan, ne kadar imkânsız olursa olsun, hakikattir.”
İşte bu düsturla Mina Crandon’ın doğaüstü güçlerini tasdik edecek bu aciz adamların imdadına Houdini yetişti. Thompson’ın metodunu ifşa eden Houdini, bilim cemaatini büyük bir rezaletten kurtardı. Kalbinde yakınlarını kaybetmiş kırılgan insanlara duyduğu sempati ve heybesinde yüzyılların bütün sihirbazlık numaralarının bilgisi vardı. Houdini, kül yutmazdı.

Harry Houdini
Arthur Conan Doyle bir agnostikti. Katolik inançlarını terk ettikten sonra spiritüalizmde bir hakikat bulmuştu. Ona göre yaptığı iş toplumsal bir hizmetti. Adeta pozitivizmin kilisesini kuran Comte’un acısını taşırcasına hareket ediyordu. Katoliklikten hayır yoktu ama insan yine de kendisinden daha büyük bir gücün özlemini duyuyordu. Doyle, insanlığa kilisenin prangalarına girmeden, kaybettiklerini geri getirecek bir yeryüzü cenneti kurmak istedi. Houdini bir gün Doyle’a özel bir seans düzenleyip ona bir numara gösterdi. Medyumluk numarasıyla Doyle’un aklını almıştı. Hemen ardından ise Doyle’a yaptığı işin tamamıyla numara olduğunu ve arkasında hiçbir doğaüstü gücün olmadığını söyledi. Doyle’un kandırılmaya çok yatkın olduğunu, Doyle’a kanıtlamayı umuyordu. Doyle ise hayatı boyunca Houdini’nin doğaüstü güçleri olduğuna ve bu sırları sakladığına inanmaya devam etti.
Houdini ise zanaat erbabıydı. Onun eğitimli gözlerini yanıltmak mümkün değildi. Hayatı boyunca açık bir zihinle spiritüel olaylara inanmayı bekledi. Ölmeden önce eşiyle anlaşma bile yapmıştı. Öbür taraftayken bir yolunu bulursa geri gelecek ve ona bir sinyal verecekti. Houdini’nin sinyali, ölümünün ardından on yıl boyunca beklendi ama nafile. Bugün hâlâ her Cadılar Bayramında hem Houdini’nin sinyalini beklemek hem de onu anmak için toplanılıyor. Houdini arkasında medyumlarla mücadeleye adanmış ve bugün hâlâ devam eden bir rasyonel sihirbazlar ordusu bıraktı.
Freud ise ne usta bir sihirbaz ne kırılgan bir hayalperestti. Babalarımızın ruhlarının zaten bizimle olduğunu ve zihnimizde yaşadığını anlattı. Kendi seanslarında önce bu ruhları çağırır sonra da onları defederdi.
Freud babasını, Houdini annesini, Doyle ise oğlunu kaybetmişti. Aynı dönemlerde yaşayan bu üç adam, tarifsiz acılarına üç farklı şekilde tepki verdiler. Bugün her birini alanlarının kurucusu olarak hatırladığımız üç kırık kalp, bize aynı olaylar karşısında ne denli farklı seçeneklerimiz olduğunu öğretmeye devam ediyor. Neye maruz kalırsak kalalım, hâlâ bize özgün bir yolu icat etmemiz ve o yoldan yürümemiz mümkün.
Kolaj: Şeriban Alkış
|